Dün son defa
Anne son dönemde kan kanseriydi. Defalarca farklı yoğun bakımlarda tedavi görmüş ve her seferinde servise çıkabilmişti. Bu kez solunum sıkıntısı iyice belirginleşince bizim yoğun bakım ünitemize gelmişti.
Hastayı gördüğüm an yüreğim koptu. “Aman Tanrım! Yine bir ölüm yaşayacağım!” dedim. Hastalık kanını kurutmuştu kadıncağızın. Hücrelerine oksijen ulaşması mümkün olmuyor ve bu durum onu her geçen saat daha da tüketiyordu. Verdiğimiz kan ürünleri yıkılıp gidiyor, tüm organları sırasıyla devre dışı kalıyordu.
Yoğun bakımda ziyaret çağrısına eşi bir an önce gelsin diye telaşlanıyordum. Hastanın kocası ile bir an önce buluşması ve adamcağızın onu uyutup solunum cihazına bağlamadan önce son bir kez daha görmesi, konuşması en büyük arzumdu. Bu buluşmanın ayrılığın başlangıcı olduğunun farkındaydım ama yine de ifade etmekte zorlandım hasta yakınına. Hastasının durumunun kritik olduğunu solunum cihazına bağlamamız gerektiğini anlattım. Hasta hava açlığı içindeydi. Adamcağız “Hocam beni duyuyor mu?” diye sordu. “Bizi duyuyor ama anlayabiliyor mu onu bilmiyorum” diye cevap verdim. Bu arada kafamdan “Bilinç nedir? Bilinçlilik nedir? Koma nedir? Ayrılık için derin koma gerekir mi? Bilinciniz yoksa zaten ayrıldınız mı demektir?” diye kendime ait garip, cevaplarını net bilemediğim soruları sıralıyordum birbiri ardına ağzım bir şeyler üretirken.
İşimi yaparken aklım durmuyor ama elim duruyor öyle bir yere varıyorum ki artık iyileştirmeye gücüm yetmiyor. İnsan olduğunuzu fark ediyorsunuz o anda, çaresizlik omuzlarınıza çöküyor ama meslek ahlakınız size “Sağlam dur! Dağılma! Böyle bir lüksün yok; bu olağandışı zamanı yönetmek zorundasın!” diyor bastırıyor hiç taviz vermeden.
Bu gel-gitler arasında hastanın kocasının perişanlıktan öte taş kesmiş gibi olduğunu, konuşmakta zorlandığını, aklının başka yerlerde olduğunu fark ediyordum. Bu ölüm ayrılığı aslında ona uzak olmamalı, kederi durumun şaşkınlığından daha önde olmalı, acaba ne düşünüyor, kafası nerede diye kendi kendime yorum yapmadan da duramıyordum. Sonunda ziyaret süresi bitti, ayrılık saati geldi ve kendisini dışarı davet ettik. İşte bu sırada çekingenlikle yanıma yaklaştı ve yavaş bir sesle “Hocam sizinle dışarda bir şey konuşabilir miyim?” diye rica etti. Hemen kabul ettim, onu yalnız bırakamazdım; bu kafa karışıklığında ona yardımcı olmalıydım..
“Hocam, durumum zor, kafam karmakarışık” dedi. “Karım ölüyor biliyorum, acıları dinecek onu da biliyorum. Öyle çok ıstırap çekti ki ölüm belki de onun kurtuluşu olacak ama benim derdim şu: Benim iki oğlum var ve ikisi de görevde biri asker Şırnak’ta operasyonda gelemez, diğeri polis Osmaniye’de, az önce göreve gitti ve nereye gittiğini bilmiyorum. Bu sabah moralleri bozulmasın diye her ikisine de ‘Anneniz iyi’ dedim ama şimdi ne yapacağımı bilemiyorum.” Koskoca adam katılarak ağlıyordu “Ne yapacağımı bilemiyorum hocam, keşke ben de ölsem ne iyi olur” diye uğunuyordu. Perişandım. Hasta başındaki taş kesmişliğin nedenini anlamıştım ama neden de beni vurmuş parçalamıştı. Hemen bir çözüm ürettim. “Benim üzerime atın!” dedim. “Doktor akciğerdeki pıhtıyı önemsememiş, şimdi sıkıntı oldu yoksa ben size durumun ciddiyetini söylerdim” diye bir bahane bulun, üzülmeyin bunun için diyerek ona bir teselli yaratmaya çalıştım. Çaresizliği fark ediyor, fakat elimden sorumluluğu almaktan başka bir yardım gelmiyordu o anda. Nefes aldı, müteşekkir gözlerle bana baktı hiçbir yorum getirmeden “Sağolun hocam! Ben şimdi n’apim? Eve gideyim mi yoksa burada mı bekleyeyim?” diye farklı bir soru yöneltti. Olağan ritme dönmüştük. Ben de “Sizin burada olmanız sonucu değiştirmeyecek. İyisi mi eve gidin, biz ne gerekiyorsa yaparız. Arzu ediyorsanız hastanızı makinaya bağladıktan sonra biraz daha yanında kalır sonra ayrılırsınız.” diyerek bir moral çıkışı yaratmaya çalıştım.
İç dünyam karmakarışıktı. Adamcağızı teselli edip yolcu etmekten memnundum, ama durumu son derece kritik olan hastamın bir an önce yanına dönmek ve müdahaleye başlamak için de can atıyordum. Hayatın bizi sabrımızla denediğini düşünüyorum böyle anlarda. Nitekim yoğun bakıma döner dönmez hastayı acil koşullarda solunum cihazına bağladım. Gözyaşları içerisinde birlikte çalıştığım arkadaşlarıma hastanın oğulları ile ilgili zor durumu anlattım ve rica ettim biz bu hastayı yaşatamayacağız ama ne olur bu gece ölmesine izin vermeyelim diye. Direndik gece boyunca, solunum cihazındaki hastaya kalp ilaçlarını tam dozda uyguladık, kalbi biraz yavaşlasa tüm gücümüzle devreye girdik ve sonunda Şırnak’ta görev yapan asker oğluna yetiştirdik anneyi. Zor şartlarda yüzlerce kilometre yol kateden oğul annesini en azından kalbi çalışırken gördü, helalleşti.
Özel harekatta görevli polis oğlu maalesef gelemedi çünkü hiçbirimizin bilmediği bir yerde görevdeydi…
Baba çok üzgündü, yıkıktı. Karısını, hayat arkadaşını kaybediyordu ama oğullarından hiç olmazsa birinin annesi ile vedalaşabilmesi, ölümü kendisiyle birlikte kucaklayabilmesi bir nebze de olsa ruhuna bir ferahlık getirmiş gibiydi.. Biz hastamızın dördüncü kalp durmasından sonra pes ettik. Kalbinin daha fazla desteğe dayanır hali kalmamıştı. Daha fazla acı çektirmemizin anlamı yoktu. Baba ve asker oğul sessiz hıçkırıklarıyla anneleriyle vedalaştılar. Polis oğlu ne zaman görevden dönecek annesinin ölümümü hangi şartlarda öğrenecek hala bilmiyoruz, hayal etmekte de zorlanıyoruz…
Zor bir zamandan geçiyoruz: Anneler evlatlarına, evlatlar annelerine hasret! Ölüm bile buluşmaya gaye olamıyor!
Vatan toprağımız ağlıyor !
Biz her an ağlıyoruz. Yine de garip bir huzur var içimizde paylaşmanın, dertleşmenin ve elimizden geleni eksiksiz yapabilmenin insanca tatmini galiba.