Prof. Dr. Anış ARIBOĞAN

Prof. Dr. Anış ARIBOĞAN

Anneme dair…

Annem Fatma Arıboğan’ın aramızdan ayrılışının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçti.

Annem hayat öyküsü ve dünya görüşü ile etrafındakilere her zaman ilham veren özel bir şahsiyetti. Ben de annemin hatırasında onun bizlerde iz bırakan özelliklerini, bize kattığı kıymetleri ve hayata dair takdirlerini anılarımız eşliğinde kelimelere dökmek istedim. Onun hatırasını kalıcı kılmak anlamında umarım başarılı bir aktarımı becerebilirim.

Annem muhacirdir…

Bugün Bulgaristan sınırları içerisinde olan Filibe şehrinde dünyaya gelmiştir. Rumeli’de doğmuş bir Türk olmaktan daima övünç duymuştur. Yaşadığı sürece Osmanlı padişahlarının çalışkan ve güçlü Türk boylarını özellikle Balkanlara yerleştirdiklerini savunmaktan hep hoşlanmıştır.

Annemin babası yani İsmail Hakkı dedem Bulgaristan’da matematik öğretmeniydi. Dedem, Atatürk Onuncu Yıl Nutku’nu okurken kahvede dinlemeyip sohbet edenlerin kafasında sandalye kıracak kadar inançlı bir Kemalist’miş. Yeni bir gelecek için memleketlerini terk ederken anneannemin dört küçük erkek kardeşini de ailesine dahil ederek onlar için parlak bir geleceğin kapısını aralayacak kadar da yürekli ve merhametli bir insandır ayni zamanda dedem.

Nazmiye anneannem de rüştiye mezunu tahsilli bir hanımefendidir. Doğduğu topraklarda varlıklı bir toprak sahibinin tek kızı olarak yetiştirilen anneannem tercih yapması gerektiğinde “Vatanımıza gidiyoruz daha önemli ne olabilir” diyerek sahip olduğu her şeyi tereddütsüzce ve bir daha görmemek üzere gerisinde bırakmaktan da hiç korkmamıştır. Anneannem çocukluğumuz boyunca bize yani kardeşim Lütfi ve bana Filibe’deki cevizlikleri, üzüm bağlarını, meyve bahçelerini, konaklarındaki misafir trafiğini anlatmaktan büyük keyif duyardı. Ancak ne anneannem ne de dedem bize geride bıraktıkları ile ilgili özlemlerinden söz etmemişlerdir. Aksine sahibi oldukları güzel geçmişi öyküler halinde aklımıza iliştirirken bizlere hep yeni hayatlarında sahip olduklarının önemini vurgulamışlardır. Böylece henüz çok küçük yaşlarda bitmeyen matemlerde kaybolmaktansa önüne bakıp yol almanın önemini fark ettirmeden işlemişlerdir beyinlerimize. Bu bizim hayatımızdaki ilk önemli mesajdır belki de.

Annemin tek erkek kardeşi olan Orhan dayım, yaşadıkları sürece annemin tartışmasız vazgeçilmezi, biriciği olmuştur. Aralarında çok az yaş farkı olması ve göç ile başlayan hayat maceralarının her aşamasında birlikte olmaları belki de iki kardeş arasındaki o güçlü ve örnek kardeşlik bağının doğmasına neden olmuştur. İki kardeş birbirlerini daima çok sevmişlerdir. Öte yandan annemin ısrarcı ve sınır tanımaz anaç tabiatıyla dayımın üzerinde kurduğu abla baskısı ve buna karşılık dayımın ortaya koyduğu usanç ifadeli ama keyifli teslimiyet şahit olduğumuz en renkli diyaloglar olarak anılarımıza kaydedilmiştir. Annem ve dayım çocukluk ve gençliklerine ait ortak anıları, olaylara ait farklı gözlem ve yorumları ve komik hafızaları ile bizler için yaşadığımız sürece hasretle anacağımız sohbetleri bırakmışlardır. Onlar sınırsız kardeşlik sevgileri ve dayanışmaları ile bizlere hayatımızda ki vazgeçilmezleri belirlemede ışığımız olmuşlardır. Annemin bir de kız kardeşi vardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğan Fazilet teyzem annemden on beş yaş küçüktür. Teyzemin, bize göre, hem şansı hem de şanssızlığı annem ve dayım tarafından asla büyütülmeyen bir kız kardeş olarak sevgiyle korunması ve yönetilmiş olmasıdır(!). Teyzem halen bizlerin geçmişimizle en ciddi bağlantımız ve bilgi kaynağımız olarak teyze-abla arası tatlı diyalogumuzun başoyuncusudur.

Göç hikayesine yani muhacerete gelince….

Annemin ailesi büyükannemin dört küçük erkek kardeşi ile birlikte 1936 yılında annem henüz beş yaşındayken, Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmişler ve Adana’nın Ceyhan ilçesine yerleştirilmişlerdir. Ancak burada kısa bir süre kaldıktan sonra devletin onlara çiftçilik yapmaları için tahsis ettiği ciddi miktarda araziyi “biz buraya çocuklarımızı okutmaya geldik” diyerek iade etmişler ve merkeze Adana’ya dönmüşlerdir. Annem dahil tüm aile bireyleri o tarihten sonra kendilerini tamamen Adanalı olarak görmüşler ve bu şehrin bir parçası olmaktan her zaman iftihar etmişlerdir

O yıllarda Çukurova’da birçok ateşli hastalıkla birlikte ciddi bir sıtma salgını mevcutmuş. Devlet bu “uygarlıkları yok eden” yıkıcı hastalıkla koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri şeklinde ciddi mücadeleler vermiştir. Sıtma Savaş Enstitüleri de bu amaçla kurulan kurumlardır. Dedem Adana’ya yerleşmeleri ile bu enstitüde memur olarak çalışmaya başlamış ve emekli oluncaya kadar da aynı kurumda görevine devam etmiştir. Sıtma hastalığına karşı verilen mücadelede Çukurova bataklıklarının kurutulması, bu amaçla palmiye ve okaliptüs ağaçlarının ekilmesi, DDT’nin keşfi ve sivrisineklerin yok edilmesi, sıtmadan kırılan insanlar ve bedava dağıtılan kinin ilaçları birer toplumsal başarı öyküsü olarak dedem üzerinden hatıralarımıza kaydedilmiştir. Yaşadığımız topraklar için verilen emek ve azme ait hikayelerle bilimin önemine ait aldığımız mesajlar geleceğimizin temellerini şekillendirirken önemli yönlendiricilerimiz olmuşlardır.

Annem ve ailesinin hayat duruşlarında en fazla değer verdikleri şey eğitim ve öğretimdir…

Annemin ilkokul sürecine ait en unutulmaz anısı ilkokula henüz başladığı sırada Mustafa Kemal Atatürk’ün vefat edişidir. Annemin minicik bir kız çocuğu olarak hıçkırıklar içinde okuldan eve dönüşü ve “Anne Atatürk ölmüş “diyerek anneannemin kollarına atılışı bizler için her 10. Kasım’ın vazgeçilmez ağlatısıdır. Annemin hayatını ciddi anlamda etkileyen okul ise o nesil kadınların başarı öykülerinde başrol üstlenen efsane Adana Kız Lisesi’dir. Disiplinli, zaman zaman sert tavırlı öğretmenlerine ve müdire hanımlarına saygı dolu bir korku duyduklarını anlatırdı annem. Ders ve ödevlerin yoğunluğu ile başarı beklentisinin yüksekliği yanında saç ve kıyafet disiplini ve okul dışına da taşan davranış kontrolleri annem için hiç bir zaman travma örneği oluşturmamış aksine hayata hazırlanmalarında önemli kontrol mekanizmaları olarak aktarılmıştır bizlere. Ders dışında okul idaresinin organizasyonu ile götürüldükleri sinema veya tiyatro gösterileri, münazara ve konserler ile en önemlisi 19 Mayıs Bayramı gösterilerini ise okul hayatına ait özenilesi aktiviteler olarak keyifle anlatmıştır her zaman. Annem yaşadıklarını daima olumlu bir perspektiften görüp çıkarımlarını hayat bilgisi olarak kaydeden bir insandı. Bu özellik kardeşim ve bende de iyimser ve yapıcı bakış açısı olarak karakter bulmuştur. Üniversite eğitimi için İstanbul Üniversitesi’ne giden annemin üniversite yıllarına ait arkadaşları ile yaptıkları uzun tren yolculukları, Beyazıt Meydanı’ndaki gezintileri ve Cağaloğlu Kız Öğrenci Yurdu ile ilgili anlattıkları hayatımızdaki en hoş, en sevecen ve en ilham verici anılarının başında gelmektedirler. Bu güzel hatıralar bizlere okumak, üniversite eğitimi almak ve bilimle yoğrulmak adına verilen zorlamasız yol göstericiliklerin en güzel örnekleridir.

Annem jeolog yani yer bilimcidir…..

İstanbul Üniversitede Fen Fakültesinde Jeoloji bilimi üzerine lisans eğitimini almıştır annem. Yani yer kürenin ve üzerinde yaşayan canlıların oluşumları ile geçirdikleri evrimi araştıran son derece ilginç bir bilim alanında öğretim görmüştür. Annemin jeoloji tercihini nasıl yaptığına dair çok özel bir neden bilmiyorum ama yeryüzü taşlarını, mineralleri, yerküreyi, atmosferin katlarını stratosferi, troposferi, fay hatlarını ve depremi bize ve arkadaşlarımıza fırsat buldukça anlatmayı çok severdi onu biliyorum. İlginç olarak annemin Adana’dan yetişen ilk hanım jeolog olduğunu yıllar sonra Başkent Üniversitesi tarafından düzenlenen bir ödül töreni dolayısıyla öğrendik. Annemi o gün kendisi gibi her biri farklı bilim alanlarında ilk olmayı başarmış yirmi hanımefendi ile birlikte sahnede görmek son derece duygu ve onur yüklü bir andı. Annemin üniversite yıllarına ait pembe karton kaplı kalın ciltler ve beyaz parlak sayfalardan oluşan paleontoloji, zooloji, jeoloji ve botanik başta olmak üzere ders kitaplarını her zaman muhafaza ettik. İçlerindeki anneme ait el yazısı notlar bulunan bu şahane kitaplar keskin kağıt kokuları ve dokunmaya kıyamadığınız basımları ile çocukluğumuzda bizi üniversiteye teşvik eden en gizli uyaranlardı aslında. Annemi yitirdikten sonra bu tarihi kitaplar bizim için anneme duyduğumuz en derin takdir ve hasret duygularının simgesi olmuşlardır. Onun arazi çalışmalarına ait gençlik fotoğrafları, arazi çalışmalarından getirdiği taşlar, mineraller ve fosiller de evimizde daima özenle korunmuştur. Yine annemin ölümünden sonra onları birer hatıradan öte dünya mirası değerinde muhafaza etmekteyiz.

Annemin su ve su kaynakları üzerine yüksek lisansı da mevcuttur…

Yani “Su bilimci/ hidro jeolog” ünvanına da sahiptir. Kızımın “Su” ismi de bu emeğin hatırasını taşır. Burada aile yapımıza dair bir hoş hikaye de vardır: Annem bize jeologların sıklıkla çocuklarına taş toprak mineral adı koymayı çok sevdiklerini anlatırdı. Hatta arkadaşlarımızdan Beril Billur diye isimleri duyduğunda hemen “Ailenizde kim jeolog?” diye sormayı ihmal etmezdi. Bu mantıkla annem ilk çocuğuna yani bana “Su” ismini koymak istiyor ve arzusunu babama ve ailesine heyecanla dile getiriyor.Ancak geleneksel aile düzenimizde (!) bana babamın anneannesinin isminin verilmesi kararlaştırılıyor ve ben “Anış” oluyorum!

Gençliğin hayal kırıklığını iyimserliği ile geçiştirmeye çalışan annem yine de 50 yıl sonra bile babama aynı soruyu sormakta tereddüt etmezdi “Bu Anış hanım büyükannenin 11 tane kız torunu olmuş da neden hiç birine onun ismi konulmamış? Neden bize uygun düşmüş onun hatırasını taşımak?” diye sorardı ısrarla. Diğer yandan bana her zaman babaannenizin annesi Anış Hanım çok sevilen yumuşak huylu, iyi niyetli, kalp kırmayan bir insanmış. Onun gibi ol! Adının sahibine benze!” diye tembih etmeyi ihmal etmezdi. Ben başarılı oldukça büyük babaannenin ismini de yüceltiyorsun, aferin sana diye beni yüreklendirirdi. Ancak biz annemin isim konusundaki arzusunu hiç unutmadık ve ilk torunu olan sevgili kızıma “Su Ece “adını koyarak onun dileğini hayata geçirmiş olduk.

Annem hayatındaki en ciddi tercihini, bir anlamda sevgi sınavını, mesleği ve babam arasında seçim yaparak vermiştir….

Annem bu seçimini “arazi çalışmalarının aile düzenimizi bozmasını göze alamazdım. Babanıza olan saygım bana onu bu kargaşaya sürüklememem gerektiğini düşündürdü ve jeolog olarak çalışmaktan vazgeçtim” diye anlatırdı. Ancak annem için ev hanımlığına adapte olmak o derece kolay değildir. O, hayatı boyunca hep çalışmış bir insandır. Nitekim içindeki özgürlük hissi ve başarma azmi onu yıllar içerisinde tekrar iş hayatına yönlenmiştir. Fakat annem çalışma hayatına yeniden döndüğünde seçimini bu kez öğretmenlikten yana kullanmıştır. O tarihten emekli oluncaya kadar geçen 22 yıl süresince de öğretmenlik mesleğinden her zaman gurur duymuştur. Hatta mesleği ile ilgili sorularda çoğu kez jeolog olduğunu söylememiş yalnızca öğretmen olduğunu ifade etmiştir. Yıllarca çok farklı liselerde fen bilimleri üzerine farklı branşlarda öğretmenlik yapmasına rağmen yorgunluktan hiç yakınmamış, öğrencilerini hep sevmiş ve öğretmekten her zaman zevk almıştır. Öğrencileri onun için daima iftihar vesilesi olmuştur. Annem her vesile ile öğrencileri ile karşılaşmaya da bayılırdı bu arada. Hatta bu konuda öylesine iddialıydı ki bizler büyüyüp onun için bir iş halletmeye yeltendiğimizde hemen “orada öğrencilerim vardır nasıl olsa sizler yorulmayın” diye havasını basardı. Her zaman da haklı çıkardı. Annem eğitimin hayattaki en önemli yatırım olduğuna inanırdı. Donanımlı öğretmenlerin bir çocuğun geleceğini değiştirebileceğine inanırdı. Emekli maaşını da kendisine kalan en kıymetli miras olarak görürdü.

Annem emeğe inanır, tüm meslek ve makamların insanla değer bulduğu söylerdi….

Annem meslek seçimimiz ve üniversite eğitimimiz için başka bir şehirde okuyarak kendi sorumluluğumuzu bilmemiz dışında hiç bir hedef veya talep göstermemiştir bizlere. Bu konuda en etkileyici anım ise şöyledir:

Tıp doktorluğu diplomamı almış ve anesteziyoloji uzmanlık sınavını kazanmıştım. Bu haberi sevinç içinde paylaştığım bir hekim yakınımız “Ne yani cerrahın kölesi mi olacaksın?” şeklinde küçümseyici bir ifade kullanmıştı. Annem şaşkınlığımı görünce hemen atlamış ve “Sakın bu laflara kıymet verme herkes kendi değerini yaratır. Makamlar insanlarla değer bulur!” diye hemen kalbimi okşamıştı. Yıllar geçip de bugüne baktığımda annemin ne derece haklı olduğunu görüyorum ve onu mahcup etmediğim için çok mutlu oluyorum.

Annem hep okurdu….

Annem hiç durmadan okumaya dünyayı okuyarak yakalamaya çalışırdı. Kardeşimle beni de sürekli okumaya teşvik ederdi. Kırmızı kapaklı ince hikaye kitapları, Ayşegül serisinin ilk basımları, Grimm kardeşlerin masalları ile başlamıştır okuma öykümüz. Kemalettin Tuğcu’nun acımasız gözyaşı serileri, Jules Verne’nin yaratıcı hayalperestlikleri, La Fontaine’in kargalı leylekli mesajları önce hayal dünyamızın sonra da hayat yolumuzun aydınlatıcıları olmuşlardır. Nobel ödüllü seriler, çağdaş Türk romancı ve şairleri, Güney Amerika edebiyatı, Rus klasikleri, Fransız edebiyatı, İngiliz romantikleri derken gözümüzde kocaman bir dünya yaratmıştır annem. Genel kültür ansiklopedileri ve Atatürk’e dair neredeyse tüm yayınlar ise kütüphanemizin raflarında hep en geniş yeri kaplamıştırlar.

 Annem tabiat olarak romantik bir kadın değildi. Onun hep kullanması gereken bir zaman ve yapması gereken bir iş vardı ve bu okuma alışkanlığımız için de geçerliydi. Bizi hiç öyle dizlerine filan oturtup kitap okumadı, başucumuzda saçlarımızı okşayıp hikayeler anlatmadı. O hep meşguldu ama varlığını, zihnini hep bizimle hissederdik. Derslerimize yetiştiği gibi kitap seçimlerimize, kitaplardan alınacak derslere ve yazar detaylarına da yetişir, yeni yazarlar keşfetmeyi severdi. Okuduklarımız üzerinden bizi yönlendirir, düşünmeyi öğretirdi. Annem ömrünün son yıllarını ise tamamen bulmacaya ayırdı. Kitap okumasını zorlaştıran dikkat probleminin üstesinden böyle gelirken kendisine yine bilgiye dair bir kaynak yaratmayı başarmıştı

Anne iyi de bir aşçıydı….

Annemin aslında yalnız omlet pişirmekle başlayan evlilik öyküsü yerli aile gelini olarak kabaran rekabet duyguları ile gece yarılarına kadar süren yemek yarışmaları haline dönüşmüştü. Annem babamın yemeğe adanmış, lezzet rekabetleri üzerine kurulu hayat seçimine koşulsuz ayak uydurmakta hiçbir sakınca görmemiştir. Birbirlerine en samimi iltifatları yemekler üzerinden yapmışlardır. Hayatları boyunca birlikte güzel yemek yemekten de sonsuz zevk duymuşlardır. Annem seksen yaşında bile bizlerden pişirdiği yemekler için iltifat bekleyen bir talep içinde olmaktan da hiç sakınmamıştır. Hatta kardeşimin yiyeceklerin bazen lezzetin ötesinde sağlık açısından zehir de olabileceği şeklindeki uyarılarına hiç kulak asmazken tüm sevdiklerinin “ikramını kabul etmezsek eve gidemeyiz” ruh haliyle yaşamalarını da hep bilmezden gelmiştir. Annem aşçılık konusunda sevgili gelini Deniz Ülke’ye el vermiş gözüküyor. Ülke annemin yemek çeşitliliği, ziyafetler düzenleme ve büyük kalabalıkları ağırlama konusunda ki tüm enerjisini almış gibi durumda. Hatta pişirdiği deniz ürünleriyle annemin mutfağına fark atmış da olabilir. Annemin yemek pişirme konusundaki katıksız zevkine geriden eşlik eden bir diğer namzet ise kızım Su Ece. Su halen büyükannesinin yemek hele de pasta tariflerini yazdığı, bir çimdik tuz atılan soslar, iki taşım kaynatılan sütler, “Sana veya Vita” eklenecek hamurlar ve dibi tutmayacak yavaşlıkta karıştırılacak kremalar tarifleriyle dolu, sırf yazım özelliği nedeniyle yüreğimizi yakan, ayrılığımızı yüzümüze vuran iki kocaman yemek defterine el koymuş durumda. Zaten annem sağlığında bana “Sen zahmet etme! Su pişiriverir” diyerek beni nasıl devre dışı gördüğünü kibarca ifade etmekten hiç kaçınmamıştır. Su Ece’nin de sevgiyle lezzetlenen yemekler konusunda annem kadar başarılı olacağından eminim.

Annem üç kanseri yenmeyi başarmış bir savaşçıydı…..

Annem aslında yakınmayı severdi. “Öleceğim, gideceğim” gibi vurgularının zavallı torunlarını hele de Su Ece’yi üzdüğü gören sevgili Ülke bir gün “bana bakın büyükanneniz benim onu tanıdığım 22 yıldır ölecek. Akıllı olun ona bir şey olmaz!” diyerek durumu özetlemiştir çocuklara. Günlük hayatta ölme fikriyle çevre baskısı yaratan annem hastalıkların gerçek olduğu koşullarda ise cesurdu. Yatakta durmaz, kemoterapi, radyoterapi kabul etmez bir tarzı vardı. Kadere inanırdı ama hayata çok bağlıydı. Üç kanserinde de ne eksilen organları ile ilgili estetik kaygılar, ne de ölüm korkusu hissetti annem. Hiçbir zaman neden ben gibi sorgularla vakit kaybetmedi, başına geleni kabul etti ve hep önüne baktı. Can dostum meme kanseri olduğunda “Bak yavrum seksen iki yaş garanti ama ondan ötesini bilmiyorum” diye coşkuyla moral vermişti kendisine. 84 yaşında kanser dışı nedenlerle vefat etti annem. Nitekim kemik kırığı ameliyatından sonra yürümek istemediği fark edince “annem bu sefer pes etti” dedim kendi kendime; yoksa onu hiçbir kuvvet yatakta tutamazdı. Gençliğimiz onun evde tek ayak üzerinde sekerek geçirdiği hastalıkları ile geçmişti.

Annem hayatında en derin en sınırsız sevgiyi torunları ile paylaşmıştır…

Annem, anneanne yada babaanne şeklinde bir ayrım olmaksızın tüm torunlarının kendisini “büyükanne” olarak çağırmalarını istedi. Ancak onların “Buko” diye sevgi dolu yeni bir hitap türeteceklerini hiç aklına getirmemişti. Kızım Su Ece ile annem arasında hiç kimsenin ulaşamadığı çok özel bir bağ mevcuttu. Su Ece onun için adeta bir yaşam amacı idi. Annem tüm hastalıklarıyla boğuşurken onun için en önemli motivasyonun Su Ece’yi büyütmek olduğunu düşünmüşümdür hep. Diğer sevgili torunlar Ahmet ve Sena için de “Buko’ları” her an hayatlarının ortasında yer almıştır. Üç torunu da annemin sevgisinin tadını doyasıya çıkarmışlardır. Hatta annem onlardan gelen her cefayı sefa sayacak kadar zaaf içindeyken taraflar bu cefa konusunda zerre kadar tereddüt de yaşamamışlardır. Torunları onun dünyaya açılan penceresi olmuş, onlarla her zaman iftihar etmiştir. Su ve Sena’nın yurtdışındaki üniversitelerinin telefon numaraları başucunda yapışık durmuş ve saat farkı tanımadan canı ne zaman istiyorsa onları bir şekilde cevap vermeye mecbur etmiştir. “Neredesiniz? Geç kalmayın!” gibi birkaç basit uyarısı da torunları tarafından şiddetle püskürtülünce bizlere “zaman değişiyor” demekten hiç çekinmemiştir. Ahmet ile olan diyaloglarında ise kızları dışarıda tutan bir “ağır ağabey” havası hissedilirdi. Kızlarla olan hareketli muhabbet yerine Ahmet’le her zaman dertleşen geçmişi paylaşan geleceğe dair planlar içeren olgun ifadeler dikkat çekerdi.

Annem baskın bir insandı her koşulda bizleri denetlemeyi bırakmazdı…

Mesleğimde son derece kıdemli olduğum dönemlerde bile annem hastaneye geldiğinde yavaşça “bu önlüğün hangisi?, “Saçını toplasan daha iyi olmaz mı?”, “Niye spor pabuç giydin?”, “Dik dur!” gibi insanı yoran uyarıları eksik bırakmazdı. Önceleri çok bozulduğum bu detaycılık daha sonra kardeşim ve benim için bir eğlence konusu halini almıştı ancak torunlar hele de Su Ece için tolere edilemeyecek bir durum olmaktan asla kurtulamadı. Bu seferde “Ay aşk olsun! Ben ne dedim ki? Sizin iyiliğiniz için söylüyorum” deyip aradan sıyrılıverirdi.

Annem insan severdi, mütevaziydi….

Kul hakkına inanır, hak yemezdi. Haramdan korkardı. Gönlü hep zengindi. Bize sürekli insanlara şans verilmesi gerektiğini söylerdi. “Kin tutmanın kimseye faydası olmaz önünüze bakın” derdi. “Hayattaki rakibiniz kendiniz olsun iyiyi güzeli örnek alabilirsiniz ama asla kıskanmayın” diye uyarırdı bizi her zaman. İyiliğin karşılıksız kalmayacağına inanırdı ama “İyilik karşılık için yapılmaz” derdi. Memleketinde görev yapan bir hekim olarak şehrin taleplerinden usandığım bir anda “Allah belki sana böyle bir rol vermiş herkese yardım etmeni istemiştir” diyerek tüm ömrümü etkilemiştir annem.

Annem babama çok düşkündü…

Hele de yaşlılıklarında hiç ayrılmaz güzel bir ikili haline gelmişlerdi Sanki annem babamı hiç bırakmayacak gibi geliyordu bizlere. Babamın tüm hastalıklarında ve ameliyatlarında maalesef biz babamı unutur annemi teselli ederdik. Babamı hiçbir koşulda bırakmaz asla eve gitmezdi. Tarihimizde yoğun bakımda annem için refakatçi yatağı (!) açmışlığımız çoktur.

Annemin hayatta iken en büyük korkusu başkalarına muhtaç bir hayat sürmekti…

Birilerine teslim olmak ve birilerini yormak hayattaki en büyük endişesiydi. Tek bir vasiyeti vardı: “Hastalıklarım iyileşmezse beni sakın yoğun bakımda bırakmayın, solunum cihazına bağlamayın evimde ölmek istiyorum” derdi her zaman. Annemin hayata olan bağlılığı ile ölümüne dair takdiri her zaman ilham vermiştir bana. Ancak ölümünün nasıl geleceğini bilemiyordum. Hayat kaçınılmaz olanla bizi buluşturup annemi kırıklarla yatağa bağlayınca annem için sonun başlangıcı oldu. Annemin ayağa kalkmak istememesi bizim için onun hayattan vazgeçtiğinin mesajını taşıyordu. Annem aciz yaşamak istemiyordu. Söylemiyordu ama hiç gayret de etmiyordu. Biz de ona verdiğimiz sözü tuttuk ve onu son anına kadar evinden ve yatağından ayırmadık. Tedavisine zaman zaman yoğun bakım koşullarını evimizde oluşturacak şekilde devam ettik. Sonunda solunumu bozulup bilincini kaybedince de sessizce ölümünü kabullendik.

Annem bize en büyük öğüdünü ise vefatından sonra aktardı…

Ölümünden sonra karşılaştığımız onunla yolu kesişen herkes annemin hoş görüsünü, sevecenliğini, iyi niyetini, çalışkanlığını güler yüzünü anlatıyor bizlere. Birçok öğrencisi annemin onlar için nasıl bir rol model olduğunu ve hayatlarını nasıl olumlu etkilediğini minnet ve sevgi ile paylaşıyor bizlerle . Dostluklarının arkadaşlık ilişkilerinin ne derece kuvvetli olduğunu görüyoruz. Gençler üzerinde nasıl sevgi dolu bir etki yarattığını fark ediyoruz. Annemin tüm bu ilişkiler ağında içinden geldiği gibi davranmaktan gayri bir stratejisi olmadığını da birinci elden bilmekteyiz.

Sonuç olarak annemi yitirdiğimiz andan beri ondan geriye kalan sonsuz kıymette hatıraları ve sevgi dolu yüreğiyle uzandığı yerden olanca gücüyle “İnsanı sevin, değer verin. Baki kalan tek şey nasıl anıldığınızdır!” diye bizlere seslendiğini tüm ruhumuzla hissediyoruz. Hatta bizleri sarıp yol göstermeye devam ettiğine de tüm kalbimizle inanmaktayız.